Renklerin, sembollerin ve sessiz anlatıların içinde bir sanatçı duruyor: Anadolu’nun mirasını çağdaş dünyanın tuvaline taşıyan bir anlatıcı. Onun için resim; geçmişle bağ kurmanın, bugünü anlamlandırmanın ve geleceğe anlam bırakmanın bir yolu. Her fırça darbesinde tarih, inanç ve duygunun izleri gizli. Sanatıyla yalnızca imgeleri değil, bir kültürün hafızasını da yeniden inşa ediyor.
Bu derin sanat yolculuğuna ışık tutan İsmail Acar’la keyifli, ilham dolu bir röportaj gerçekleştirdik.
– Gün bittiğinde, geleceğe ne bırakmak istersiniz? Yüzyıllar sonra sizi nasıl anacağız?
Çok büyük planlar yapan biri değilim; ama yaptıklarımın toplamı bir mirasa dönüşsün istiyorum. İçinde bulunduğum atölye birkaç binadan oluşuyor; ileride burayı eserlerimle birlikte bir müzeye dönüştürmeyi hedefliyorum. Ayrıca Balat’ta bir köşkte Siyah-Beyaz Eserler Müzesi kurma fikri var. Çin’de büyük araziler ve binalar alındı; orada kültürel ve doğal kalkınma projeleri yürütülüyor ve uzun vadede bir müze planlanıyor. Bordeaux’da, De Gaulle’ün kaldığı bir şatoda sanat kütüphanesi ve eğitim alanı kurmak da hedeflerim arasında. Bu yapıların kendi gelirleriyle bir vakıf gibi sürmesi en büyük arzum. Projelerin yarısı şimdiden gerçekleşme aşamasında.
– Yapay zekâ çocuklarımızın yaratıcılığını öldürür mü?
Bugünkü yapay zekâ yaratıcılığı tamamen öldürmez. Şimdilik bir teknisyenin elindeki üretim aracıdır. Henüz kansere çare bulmuyor, insanlığın temel sorunlarını çözmüyor; daha çok teknolojik ilerleme sağlıyor. Tarihte de her büyük buluş önce mucize, sonra norm olmuştur. Yapay zekâ da henüz “çocuk” yaşında; öğreniyor, katman ekliyor. Yakın vadede kontrol insanlarda kalır ama uzun vadede kötü niyetlilerin elinde tehdit olabilir. Bazı meslekler yok olacak; çocuklarımızı korumak için sanata ve spora yönlendirmeliyiz. Hukuk, tıp gibi alanlarda etkili olabilir; fakat sanatın özündeki özgünlük ve ani yön değiştirme yetisi insana aittir. Neticede araç ne olursa olsun, belirleyici olan onu kullanan insanın niyeti ve vizyonudur.
– Neden ‘nar’? Kabuğu mu, içi mi sizin için anlamlı olan?
Nar, bu toprakların ortak hafızasında yer etmiş bir sembol. Osmanlı kaftanlarından çini ve ahşap desenlerine, mimariden folklora kadar her yerde var. Üç semavi dinde de özel bir yere sahip. ‘Bereket’ serisiyle Anadolu temalarını çağdaş sanata taşımayı hedefledim. Kadim kültürün izlerini çağdaşlaştırarak dünyaya taşımak benim için önemliydi. Nar, bereketin, umudun ve Cumhuriyet’le özdeş bir yeniden doğuşun simgesidir.
– İstanbul’u tek bir renge boyasanız ne olurdu?
Kırmızı. Sonbaharda, Galata Köprüsü üzerinde, günün bir anında şehir 30 saniyeliğine kıpkırmızı kesilir. İstanbul hüzün değil; aşk ve sahne. Coğrafyanın ve kültürlerin kesiştiği gerçek bir merkez. 126 ülke gezdim; dünyanın en güzel manzarası Boğaz’da, Asya ile Avrupa’nın ortasında bir tekneden bakıştır.
– Eserlerinizde kadın teması neden bu kadar güçlü?
Hayatı ikiye bölsen estetik taraf kadın olur. Doğurganlığı, sezgisel zekâsı, arzuyu ve yaşamı temsil eder. Kadın hayatta kalmayı başarır; sezgileri güçlüdür. Bu nedenle kadın figürü estetik anlatının merkezindedir.
– En çok resmetmekten keyif aldığınız Osmanlı kadınları hangileri?
İlk ilgimi çeken Hürrem Sultan oldu; 16. yüzyılda başı açık bir kadın portresi görmek çarpıcıydı. Hatice Turhan, Safiye gibi güçlü karakterler var. Şekerpare’nin hikâyesi de beni çeker; ihtirası ve dönemin toplumsal kodlarıyla birlikte.
– ‘Ünlü ressam’ sıfatı sanatınızın önüne geçiyor mu?
“Ünlü” yakıştırmasını çok sorgulamıyorum; negatiflik yoksa sorun etmiyorum. Ün sorumluluk getiriyor ve kıskançlığı tetikleyebiliyor. Ev-atölye arasında, Türkiye, Fransa ve Çin’de yoğun çalışan biriyim; ortalama bir sanatçıdan 4-5 kat fazla ürettiğim dönemler olur. Başarı bazen bu disiplinin doğal sonucu.
– Eserlerinize erişmek zor mu? Ayrımcılık yapar mısınız?
Ayrımcılık yapmam; çocuk da alabilir, farklı kültürden biri de. Bazen insanlar evlerindeki koltuk desenine bakarak resim seçer, sanatçıları kızdırır bu; ben kızmıyorum. Çünkü o eser, o eve girdikten sonra bir diyalog başlar ve sonraki nesil bambaşka ufuklarla büyür. Resimlerimle büyüyüp tasarım okuyan gençlerle çok karşılaştım.
– Duygu durumunuz üretiminizi etkiler mi?
Resim yapmak bana iyi geliyor. İnsanın anlatamadığı şeyleri tuval anlatır. Amacım tüm eserlerimi satmak ya da “dünyanın en ünlüsü” olmak değil; kendimi ve varoluşumu anlamak. İnsanın ömrü yaklaşık 720 bin saat; biz sadece “anın bekçileriyiz”. Mesele madde değil, mana: içimizdeki boşluğu dolduracak anlamı aramak.
– Cömert misiniz? Aşkta tavrınız nedir?
Konuya göre değişir; gereksiz farka para vermem ama orman için binlerce ağaç dikerim. Aşkta cömertlik esastır; sahip olmak değil, özgür bırakıp yine de aynı yuvaya dönmesini beklemektir. Aşk bazen dengeyi bozan bir “hastalık” gibidir ama başlangıcının verdiği ışık eşsizdir.
– Nar, derviş, semazen gibi temaları eserlerinizde sıkça görüyoruz. Neden?
Bu topraklara özgü temaları çağdaşlaştırarak dünyaya taşıyorum. Büyükannemin nar kırarken “Bismillah” demesi gibi gündelik ritüelleri de tuvale taşıdım. Unutulmuş değerleri hatırlatmak, resimlerimin pek çok ülkede alıcı bulmasının nedenlerinden biri.
– Sizi hiç tanımayan biri internette adınızı aradığında hangi eserinizi görsün?
Atölyemin girişindeki Atatürk portresi benim için bir saygı duruşu. Ama tek bir imgeye inersek; narla tanınmak isterim. Çünkü nar, bu toprakların bereketi ve ortak umududur.